Sıcakkanlı bir insan olsak da, sıcak iklimlerin adamı değiliz; bir günümüz yok ki rüzgârlı dağ başlarını özlemeden geçsin. Daha bahar bitmeden başlayan Ege sıcaklarından kurtulma planlarını, çoğu kez soğuk kış günlerinde yaparız o yüzden. Kaçış noktamız ya bir yayla serinliği, ya da sürekli yağmurlarla yıkanan bir dağ başı olur, Ege’nin sarı sıcaklarında. Planlar kâğıt üzerine döküldüğünde, önce dağdaşlar kapıyı; bu yaz yönümüze ne tarafa diyerek…sonra yaz kaçakları arasından yol arkadaşımız olacakları seçeriz; özenle…
Geçmişi çok uzun yıllara dayanan Kaçkar dağlarına gidişlerim, yılın hep aynı ayına denk gelmesi sebebiyle kutsal yer ziyaretlerine benzetilir hep; “ Ağa yine umreye gidiyor! “ tarzı söylemler eşliğinde çıktığımız dağ yolculukları. Güzel yurdumun her sene bir cennet yüzüyle tanışmak, onlara yüz sürmek, farklı türde bin bir çeşit çiçeğin kokusu kadar, insan kokusu da almak ibadetlerin en güzelidir benim için.
Sıfır rakımdan İki bin metrelerin üzerine aynı gün içinde ulaşan ve birbirinden renkli, doyumsuz güzellikteki çiçekli yaylaların seyrine dalmış ruhumun, Öz İspir otobüslerinde (havayollarının ücretli, nezaketsiz satışlarına inat) ikram edilen, gazı kaçmış meyve suyu ya da ılık çayın tadını unutması ne mümkün. Çoruh kıyısındaki bağ evinde “HES’lere hayır… “ diye inadına direnen Murat dede ile Emine teyzenin is kokulu demliğinden kıtlama çay içmeden geçip gitmeyi ayıp sayarız hep. Ne mümkün Hodeçur’lu, katırcımız Talat’ın Bektaşi fıkralarını andıran esprilerini duymayı özlememek, ya da kendisinden iki sene önce doğup erken öldüğü için onun adıyla 60 yıldan fazladır yaşayan, Aziz Nesin hikâyelerinin günümüzdeki en canlı kahramanı Yüksel teyzenin ağzından kendi hikâyesini, her seferinde yeniden dinlemeden o topraklardan geçip gitmek… Olacak iş mi?
Günümüzde boğazı, rant kapısı barajlarla boğum boğuk sıkılarak dizginlenen Çoruh’tan, Kaçkarların zirvesine doğru uzanan birbirinden yeşil vadilerde, rengârenk kelebeklerin özgürlüğüne tanık olmamak, asırlık yalnızlığında kendi halinde akıp duran derelerin günümüzdeki yardım çığlıklarına kayıtsız kalmak ne mümkün. Basınç farkından kaynaklanan oksijen azlığı içinde nefessiz kalıp, renkli likenlerin kapladığı bir kayaya sırtını yaslamak veya yeni tanışılan bir kır çiçeğinin kıyısına uzanıp dinlenmek arzusu hep hayal edip durulur; gidilmeyi beklenen günlerde…
Kaçkar coğrafyasında, öğle sonrası yürüyüşlerde aniden bastıran yağmur ya da dolu altında, alelacele kurulmuş çadır içinde zamansız uykulara dalmak nasıl özlenmez… Yurdumun deniz kıyılarını kesif bir parfüm ve et kokusunun kapladığı sarı sıcak aylarda, Kaçkarlarda yıldızlara bakarak üşüye, üşüye işemenin hazzını kaç kişi bilir ki bu yazıyı okuyanlar arasında. Çadırdan çadıra kadın erkek farkı gözetmeksizin belden aşağı geyik espriler türetmek, aslında kaçımızın iç dünyasının dışa vurumudur; kim bilir ki?
Onca sessizliğin ortasında, yıldızlara o kadar yakın olup, çocuk dünyalara yelken açmak ya da yaşanmamışlıklara uzanan bitimsiz hayallere dalmak acaba kaç kişiye nasip olur bu yolculuğa çıkmadan? İşte o yüzdendir yüksek dağlara kaçışımızın bahanesi saymakla bitmez; on günlük kaçamaklardaki yaşanmışlıklar, dilimize pelesenk olur yılın geri kalanında askerlik anısı gibi aralıksız anlatılan.
Yukarıda sıraladıklarımız, dağa giren herkes tarafından doğru algılansın yaşansın diye asla kalabalık tutmayız ekibi. ”Canım ne var ki bunda “ demeyin ne olur; isteyen istediği zaman ve sayıda bir katılım ile hacca ya da umreye gidebiliyor mu ki? O yüzden her sene titizlikle ve enine boyuna düşünerek seçeriz yol arkadaşlarımızı.
İzmir’den Erzurum’a uzanan yolculuğumuz her zaman ki gibi meşhur Cağ kebabı ile tanışma faslıyla başladı; son alışverişlerle şekillendi, tarihi Erzurum Kongre binasında sonlandı Erzurum içi şehir turumuz. İspir yolunda tavşan uykularına daldık. Çoruh’a set vurulan barajların tozlu topraklı yollarında kimi zaman şaşkın kimi zaman korku dolu gözlerle yol aldık, derelerin asırlık özgürlüğünü çalan HES’lere isyan ederek gün bitmeden ulaştık toprak kokulu, yayla serini Hodeçur’a. Güleç yüzlü Selim ağabeyin evden bozma temiz pansiyonu bir gecelik sığınma yerimiz oldu, dağın ürkütücü koynuna girmeden. Yorgun bedenler henüz uykuya dalmadan her ne yaptıysak ikna edemedik katırcımızı sabah erkenden yola çıkmaya. O yüzdendir ki hâlâ güneş yanığı izlerimiz var yüzümüzde, bu güne hatıra kalan.
Ceyhan Ağabeyimin Çerniçen gölünden beslenen Hodeçur deresini, Ermeni taş ustalarının şaheseri olan taş köprüden geçerken başımıza düşen birkaç yağmur damlası, çadırları kurmadan ıslanacağımızın sinyaliydi aslında. Pançolarımızın içinde bekleyip durduk bir süre katırı kadar inatçı katırcımızı… Çadırları kurmamızla birlikte nohut büyüklüğünde dolular çoktan vurmaya başlamıştı başımıza; neyse ki ıslanmadık; yoksa kimse alamazdı katırı gibi inatçı katırcıyı elimden… Aniden bastıran dolu yağışı, önceki yıllardan fotoğrafladığım Davalı’nın çocuklarına fotoğraf teslimi seremonisini de yarım bıraktı. İzmir’in 40’C lere yaklaşan sıcaklarından sonra ilk gecemizde 5 ‘C’lerde uyumaya çalışmak gerçekten ilginç bir çelişkiydi.
İkinci güne, sabahın erken saatlerinde otlağa giden inek sürülerinden bile önce başladık. Çadırdan başımızı uzattığımızda gördüğümüz ise gözün gözü görmediği bir yer dumanı oldu. Sis içinde 2.500 m deki kamptan başlayarak 3.100 m de yer dumanının üstünde son bulan yürüyüşümüzün son noktasında, içilecek kadar berrak bir buzul gölü ve sis içinde az da olsa üşüyen bedenleri ısıtmaya yetecek bir güneşli hava karşıladı hepimizi. Bulutların üzerindeki dünya aşağıdakinden çok farklıydı ve bir o kadar da keyifli ambiyanslar sundu bize. Bu gelişten bir bir beş yıl kadar önce ilk kez karşılaştığım Hunt dağı sivrisinin gölgesine saklanmış haritaların Döner gölü yerel halkın B.Hodeçur gölü olanca güzelliği içinde ve çiçekler arasında bizi beklemekteydi vardığımızda… Pırıl, pırıl suyun kenarında oturup ıslak ayaklarımızı kuruturken, bir yandan da karşı dağları sarıp sarmalayan yer dumanını seyre dalıp her bir kıvrımı ile farklı hayaller kurduk…
Daha ikinci günde ekmek stokumuzun bitmiş olmasını hala anlamlandıramıyorum. Ertesi günün sabahında ayrılacağımız yaylada bir süre ekmek temin etme telaşına düştük. Çocuklar sağ olsun lojistik destek sağlayarak ekmek getirdiler yayladan. Akşam saatlerinde katırcımızın beklemediğimiz misafirperverliği ve yayla manzarasına kurulan yöresel sofra bizi utandırdı…
Üçüncü gün, daha gün ağarmadan 2.500 m den başlayan yürüyüşümüz 3.300 m deki Soğanlı göl kıyısında kurduğumuz ikinci kampla sonlandı. Burada yaşadığımız küçük olumsuzluklar program değişikliği yapmamıza neden olsa da, dağa girmeden önce hazırladığımız alternatif programlarla motivasyonu yine de üst düzeyde tutmayı başardığımız sanıyorum. Soğanlı dağ’ın zirvesine telefon etmek amaçlı defalarca çıkışlarımızla, Deniz Gölünü çok farklı bir bakışla fotoğraflamamıza yarayan sönmez tepe tırmanışlarımız iki günlük kamp esnasında aklımızda iz bırakan anılar oldu.
Kamp alanından beşinci günün sabahında kamp yükü ile zorunlu iniş ve Dilberdüzü’nde katırcı Ahmet’in bizi bekleyişi zihnimizde yerini alan diğer unutulmazlardı. Her ne kadar aklımız Dağlarda ve eksik kalan yarım bıraktıklarımızda kalmış olsa da, Olgunlar yaylasında Osman amcanın mavi tenteli büfesinde yediğimiz melemenler yeni duruma adaptasyonumuzu güçlendiren önemli sebeplerdendi…
Onca yılın dostu İsmail Hocanın Kaçkar pansiyonundaki sıcak sulu odaları ve yorgun bedenlere ilaç niyetine yumuşak yatakların bir gecelik keyfi de etkinlikten akıllara kazınan diğer unutulmazlar… Akşam yemeğinde Alabalık ızgara ve üzerine kaymaklı dondurma ise saymadıklarım…
Programın son kısmına intikal için hiç düşünmediğim Lanetleme geçidinden Kaçkar dağlarını aşmak, birazda programı zorunlu değiştirmekten kaynaklandı. Adına yakışır şekilde Lanet bir yürüyüş oldu, ensemizde boza pişiren bir güneş altında lanetlemeden geçmek. Kamp malzemelerimizin umduğumuzdan erken bir zamanda Cengovit göllerine ulaşması ve Kaçkarların en yoğun trafiği altında kalıp kirlenmiş olsalar da bölgenin doğal güzelliğini hala koruyor olması o lanet geçişin Bonusu oldu biraz da…Yorucu geçen altı gün sonrasında Cengovit göller bölgesinde yaptığımız son iki gecelik kamp iyi bir dinlence oldu…
30 Temmuz sabahına erken uyandık ve kampı toplayarak Y.Kavron yaylasına yöneldik; yıllanmış dost, aksi ihtiyar Apo dayının tereyağlı bohçalarının hayalini kurarak… Y.Kavron yaylasının bu güzel yürekli insanını bu sene de görmek, sofrasından sebeplenmek kısmet oldu ve “seneye yeniden” diyerek helalleştik; her ayrılışımızda yaptığımız gibi… Ayder yaylası benim gözümde cazibesini yıllar öncesinden yitirdiği için çok fazla kalmamayı tercih ediyoruz artık… Dağdan iniş sonrası Kaplıca ve hamam sefası dışında pek çekiciliği yok… Hep kalabalık, hep motorlu taşıt gürültüsü ve sahip olduğumuz değerleri hep kötü kullanma örnekleri ile dolu olan Ayder’de yine kısa süreli kaldık; bir yemeklik zaman kadar...
Bizi İzmir’e ulaştıracak akşam uçağına yetişmek için bindiğimiz köy minibüsleri, fırtına deresinin tablo güzelliğindeki yeşilinden sıyrılıp, Karadeniz’in koyu mavisine vardığında hepimiz tarifsiz duygular içinde suskun ve biraz da geride bıraktığımız ayak izlerini düşünerek geldik Trabzon Havalimanına… “Seneye Kaçkarların hangi rotasında yürüsek acaba ?” planları yaparak…
Zeynel AYDIN
Patikatrek Doğa Sporları